YAZININ İYİLEŞTİREN GÜCÜ

Her zaman söylediğim  bir söz var; “Yazmak için farkındalık, farkındalık için yazmak gerekir.”  Farkındalık; gözlemlemek demek, farkındalık dışarıdan bakabilmek demek, farkındalık detayları hissedebilmek demek, farkındalık yavaşlamak demek. Ve bana göre farkındalık, merak demek. İçeride neler olup bitiyor, içeride olan dışarıya nasıl yansıyor; dışarıda neler olup bitiyor, dışarıda olanlar içeride hangi odaların kapılarını açıyor. Çok küçük yaşlarda yazının iyileştiren gücü ile tanışmış bir insan olarak söyleyebilirim ki; yazmak en iyi sağaltım araçlarından biri. İnsanın kendisini kendisine anlatan, insanın kendi özü ile buluşturan son derece nazik bir yol.

“Yazmak istiyorum ama kabiliyetim yok!”. Kaç kişiden duydum bu sözü, bilmiyorum ama yazmanın iyileştiren gücünü hayatınıza dahil etmek istediğinizde ihtiyacınız olan tek şeyin bir kalem bir de kağıt olduğunu biliyorum. Yaptığım “Yazarak Farkındalık”  çalışmalarında “Ben yazamam” diyen o kadar çok kişinin yazdığına ve yazdıklarını okuduklarında yüzlerindeki o şaşırmış ve memnun olmuş ifadeye şahit oldum ki…

6 DAKİKA ÇALIŞMASI

Hayatıma Yeşim Cimcoz ile birlikte girmiş, günlük hayatıma yerleşmiş ve şu anda atölyelerimde de kullandığım 6 DAKİKA çalışmasını anlatayım ister misiniz size?

Bir kelime ya da duyguyu alıyorsunuz, kağıdın başına yazıyorsunuz. Saatinizi 6 dakikaya kuruyorsunuz. Ve başlıyorsunuz akışta ne gelirse yazmaya. Edebi hiçbir kaygınız yok, noktalama işaretlerine dikkat etmenize gerek yok. Tek bir kural var; eliniz kağıdın üzerinden hiç kalkmayacak, zihin devreye hiç girmeyecek. Doya doya saçmalama hakkını kullanacaksınız…

Örnek:

“Evdeyim….”

Gerisi 6 dakika süresince gönlünüzden kağıda akanlar. Süre bittiğinde kalemler de duruyor. Bu arada ben bu çalışmayı kalem kağıtla yapmayı sevenlerdenim. Siz isterseniz bilgisayara yazın…

İstedim ki Yazının İyileştiren Gücü hakkında ehil kişilerin görüşlerini de sizlerle paylaşayım. Çok sevdiğim, ilham kaynaklarımın başında gelen, Sanal Yazı Evi’nin kurucusu Yeşim Cimcoz. Yeşim’in ilk olarak 2011 yılında yayımlanmış olan ŞİFAYI BEKLERKEN kitabı geliştirilmiş hali ile çok yakında e-kitap olarak okuyucuları ile buluşacak. Takip edin derim.

Ve bir diğer konuğum da değerli yazar Hakan Akdoğan. Hakan Akdoğan’ın derin okuma ve yazı atölyelerine katılmadıysanız, edebiyatın felsefe, psikoloji ve sosyoloji kuramlarını nasıl bir araya getirdiğini fark etmek adına mutlaka deneyimleyin derim. Ödüllü yazarlarımızdan Akdoğan, Yazıyla Terapi atölyelerinin katılımcılara ne gibi değerler kattığını, diğer yazı atölyelerinden farklarını anlattı.

Yeşim Cimcoz ile başlıyoruz J Keyifli okumalar dilerim. Kendi kendinize yapabileceğiniz egzersizler der paylaştı Yeşim, benden söylemesi J

**

YEŞİM CİMCOZ – SANAL YAZI EVİ KURUCUSU / YAZAR

Yazmak bir akış mı yoksa bir planlama işi midir Yeşim? Sana “Yazmak” dediğimde bana ne anlatırsın?

Yazmak ruhuna pencere açmak gibi bir şey. Ruhun sıkılır ve o sıkıldığı zaman sıkışır, o sıkıştığında yazarak orada bir pencere açarsın. Ve o pencereden tekrar nefes alabilirsin. Nefes alamazsın bazen. İlk etapta yazmanın çok aşaması var, terapi adına yazmanın çok aşaması var, farklı şekillerde de kullanımı var. Mesela sadece içindekileri dökmek için de yazabilir insan ama o geçici ve anlık rahatlık sağlar. Çok uzun süre o şekilde yazarsan tekrardan mutsuz olma ihtimalin artar çünkü bir döngünün içine girersin. Ama bir süre sonra yazdıklarını, en sağaltıcı tarafı bence yazının, kendi yaşadığın duygularını kurguya dökmek, onları kurgusal bir hikâyenin içine yerleştirmek. O zaman acını sanata dönüştürüyorsun. Bir anlam kazanıyor o acı, bir hikâyenin parçası oluyor ve senden de çıkmış oluyor.

Yazı kaygılarından uzaklaştırabilir mi insanları?

Güneyli Kuzey’e taşınıyor diye bir kitap okumuştum, 14 – 15 yaşlarımda. İlk gün şöyle yazıyor; “Gökyüzünden muhteşem bir şey dökülmeye başladı.” İkinci gün; “Her yer bembeyaz bir örtüyle kaplı. Böyle bir cennet olamaz.” Bu şekilde gidiyor ve artık otuzuncu güne gelindiğinde adam “O gökten yağan b.ktan şey” diye yazmaya başlıyor. Bu Corona döneminde yaşadıklarımızla çok örtüşüyor bence. İlk başta herkes evde olduğu için mutlu, ailesiyle birlikte zaman geçirmekten mutlu…  Ama sonra kaygı geliyor yavaş yavaş. Toleranslar düşüyor. Arabanın arkasında “ne zaman varacağız?” diye soran çocuk gibiyiz. Bu dönemde ben ne yapıyorum? Bir aplikasyonda her gün 3 – 5 kayıt tutuyorum, arşiv tutuyorum. Bunu yapmaya tesadüfen 1 Ocak’ta karar vermiş ve başlamıştım. Şu anda tarihi bir dönemdeyiz (Corona Günleri).  İnsan bazında bize nasıl dokundu, bizim evimizde ne oldu? Bunu bizler kaydedebiliriz. Yazıda şöyle bir şey vardır. İçinde bulunduğun durumu güzel bir dille anlatmak her zaman kolay değildir, hele yazmaya alışık değilsen, kurguya çevirmek hepten zordur. Bir şeyin içinde yaşıyorsan not alırsın. Kendine notlar tutarsın bu geçtikten ve bunu hazmettikten sonra o notlarını alıp onlardan bir yazı üretme ihtimalin çok yüksek. O notlara baktığında duyguyu hatırlarsın duyguyu kaydetmen gerekmiyor. Arşivleme ne yapar? Bir kere seni andan tutar, anda kalmak çok önemli bence. Çünkü andan daha gerçek bir şey yok. Kontrol edemediğiniz bir şeyin içinde kaldığınızda sizi anda tutar. Kaydı tutmak seni bu anda tutar ve sana meşgale verir ve dikkatini dışarıda bilinmezlikten çekerek gördüğün ve bildiğin şeylere bağlıyor. Bir ikinci şey: bir farkındalık çalışması… 5 adet etrafında gördüğün şey, 4 adet etrafında duyduğun ses, 3 adet hissin, 2 adet aldığın koku ve 1 adet aldığın tat… Sen beynine bir meşgale vermezsen o kendisine bir meşgale yaratıyor. Bunlar tedavi değil, bunlar durumu yönetmekle ilgili çalışmalar. Zor da olsa şunu yapmak da güzel olabilir: 80 yaşındaki sen bir yazı yazıyorsun… Ah 2020 yılını çok iyi hatırlıyorum, bir Corona illeti vardı… Bu çalışma bile sana başka bir bakış açısı getirecek?

Acaba 80 yaşına gelecek miyim diye bir soru geçti içimden nedense?

O zaman şöyle başlayabiliriz yazıya; “80’e varır mıyım diye düşündüğüm bir zaman vardı, 2020 yılıydı…” engeli de alıp kullanman lazım. Önüne hayat ne sunuyorsa al onu malzemeye çevir. Gözlemci ol. Yapabildiklerine odaklan, yapamadıklarına değil.

Ne tür yazılar bir terapi içerikli yazılardır?

Mektuplar ve günlükler… Yazarlık için okuduğum kitapları okuduğumda da, yazarak terapi için yazılan kitapları okuduğumda da gördüm ki her ikisi içinde kullanılacak malzemeler aynı. Bugün kurgu yapmak üzere bir alıştırmam var, diyor ki: Bir karakter oluşturmak için bir kadın seç. Nerede duruyor? Evde bir koltukta oturuyor. Ve bunu kurgulamaya başlıyorsun sorularla… Soru sormak kurgu ve olay örgüsü oluşturmak için bir yöntemdir. Sen bunu yaparken aslında o kadını yoktan var etmiyorsun, senin içinden şeylerle var ediyorsun. O kadın ya senin kaygılı halin olacak, ya senin kaygından kurtulmuş halin olacak… Onun için her yazı bir terapidir yazan kişi için- buna itiraz eden çok yazar var-. Okuyan kişi içinde ayrı bir terapidir. Ben başarı hikayeleri okuyarak kendini mutlu eden bir insanım mesela J  Okumak da yazmak da bize gerçek olanla bağ kurdurur. Byron Katie’nin THE WORK çalışmasının dört sorusu vardır. O sorulara cevap yazılabilir kaygılı ya da sıkışmış hissettiğimiz dönemlerde.

Byron Katie’nin Çalışmasında sorduğu 4 soru var. O soruları sizinle paylaşıp, bunlar üzerine yazmanızı isteyeceğim. Bunu yapmanın bize başka bir bakış açısı vereceğini düşünüyorum. Yanıtlarken üzerine düşünerek yazın. İşte o 4 soru:

İçinde bulunduğunuz bir duruma odaklanın. O durumla ilgili düşünceniz nedir? Şimdi o düşünce üzerinden giderek:

  1. Bu doğru mu? (Evet veya hayır. Hayır ise 3. soruya geçiniz.)
  2. Bunun doğru olduğunu kesinlikle bilebilir misiniz? (Evet veya hayır.)
  3. Bu düşünceye inandığınız zaman nasıl tepki veriyorsunuz, ne oluyor?
  4. Bu düşünce olmadan nasıl biri olurdunuz?

Yanıtlarınızı tamamladığınızda, bir Yansıma Yazısı ekleyin. Yani, şu anda bu sorulara yanıt vermiş olarak ne hissediyorsunuz, onu paylaşın. Neredesiniz? Düşünceleriniz, duygularınız ne oldu?

Yazıyla Terapi çalışmaları nasıl yapılıyor?

Yazıyla terapi çalışmaları genelde grup halinde yapılır. Bir parça okunur. Sonra iki dakika sessizlik olur ve herkese içinizden ne geliyorsa yazın denir ve yazılanlar sırayla okunur. Birisi okuduktan sonra iki seçenek vardır: 1. Okuyan kişiye teşekkür ederek bir sonraki kişiye geçmek 2. Herkes o hikayenin kendisinde uyandırdığı duyguyu paylaşır.

Bunun çok büyük bir faydası var. Sen sana göre çok ağır bir yazı yazdın diyelim, yazıyı okudun gruba, sen çok mutsuzsun… Bir kadın dedi ki “Çok sinirlendim.” Bir diğeri “Kadınların böyle yapmasından nefret ediyorum” dedi. Sen ilk defa şaşırsın. Kendi içinde izin vermediğin öfkeyi başkasına yaşama hakkına sahip olursun onun üzerinden. Birisi diyebilir ki “Beni çok güldürdü” ve sen kendi kendine “Bunun komik bir tarafı da mı vardı?” diye sorarsın. Ya da biri der ki “ben burada çok güçlü bir kadın gördüm” ve sen ilk defa kendinin ne kadar güçlü olduğunu fark edersin.

Bireysel olarak yapıyor olsan da buna cesaret edebildiğinde kendine bir yazı arkadaşı bulabilirsin, güvendiğin birisi. Seninle aynı problemi olması gerekmiyor. Yazı yazıp birbirinize yüksek sesle okuyup, size nasıl dokunduğunu paylaşmak.

Yazdığını kendi sesinle okumak önemli mi?

Evet. Bunu bana Judith (Judith Malika Liberman) söylemişti. İnsanlar yazarken ağlamıyor, yazarken ağlıyor. Çünkü kendin okurken hikâyeni sen de ilk defa duyuyorsun. Yazarken görüyorsun ve hissediyorsun ama duyduğunda gerçekliği bir tık daha atıyor ve dünyaya doğuyor. Diyorsun ki; “Ben bunu yaşamıştım.” Yaşadığımız iyi kötü her şeyi onure etmek en iyileştirici şey.

Yazının sana en büyük faydası ne oldu?

Yazı yıllarca benim hayatta kalmamı sağladı. Baş edemediğim her şey yazılarımda bir şekil aldığı için ben de bir şekilde hayatta kalabildim, akıl sağlığımı koruyabildim. Bir dönem şifa çalışmaları yapıyordum ve o dönem çok sınırsız olmuştum. Yazı bir şekilde onları sınırlamış ve bana sınırlar yaratmış.

Neşeli zamanlarında yazabilir mi insan?

Çok emin değilim. Neşeli zamanlarında insan yaşamak istiyor. Yazmak bir dışa vurumdur. Neşe kahkaha ile dışa vurur, sohbetle, dansla, yürüyüşle dışa vurur. Neşen var ve paylaşamıyorsan yazı ile dışa vurursun ama en çok acı çektiğimizde yazarız. Neden? O acıyı paylaşmak istemiyoruz, ayıp sayıyoruz, vs.

Bir egzersiz istesem senden? “Yazarak Hafifleyin” kitabından bir egzersiz vermen mümkün mü?

Ben şöyle bir çalışma vermek istiyorum. Evin bir penceresini seçin. O pencereye her gün gidin. Ve 5 – 10 dakika o pencereden ne görüyorsanız onu yazın.

Ve bir diğer egzersiz: Bir fırtına çıkıyor ve kendini güvende tutmak için bir fırtına evi yaratacaksın kendine. Nerede kuruyorsun bu evi? Nerede inşa ediyorsun? İçinde kimler var? Neler oluyor?

FIRTINA EVİ

Gözlerinizi kapatın. Rahatlayın. Zihninizin serbest akmasına izin verin. Bugün neler yaşıyorsanız, ne hissediyorsanız, aklınız nereye takılıyorsa onlar sizi ziyaret edecektir. İzin verin. Gelsinler, onları ittirmeye, bastırmaya, tutmaya, düzeltmeye, onlarla birşeyler yapmaya çalışmayın. Sadece gelmelerine izin verin. Gelen herşeyin şahidi olun. Bir süre izleyin. Olanları, hissettiklerinizi, yaşamış olduğunuz, yaşamakta olduğunuz herşeyi izleyin. Şimdi bunlar bir fırtına olsaydı, yukarıdaki fırtına türlerinden hangisi olurdu? Bunu tespit edin. Şimdi kalem kağıt alın ve hayal gücünüze izin vererek, bugün yaşadığınız hayat dönemini, gerçekte yaşanan olayları anlatmadan, kişi isimleri vermeden, gerçek kişileri ve olayları anlatmadan, yaşadığınız her ne ise onları bir fırtına olarak anlatın. Sürekli sizi hırpalayan bir kişiyi, neden sizi hırpaladığını, onun ne kadar kötü olduğunu, kendi çaresizliğinizi uzun uzun anlatmaktansa bu durumu belki de bir rüzgar olarak anlatabilirsiniz. Hiç yılmadan yüzünüze vuran, size nefes aldırmayan bir rüzgar gibi anlatabilirsiniz.

Saatinizi 20 dakikaya kurun ve içinde bulunduğunuz fırtınayı bize yazın.

Alıştırma:

Demin anlattığınız fırtınanın içindeyken, karşınıza sizin Fırtına Eviniz çıkıyor. Bu evi tarif edin. Dışını, içini, kapıyı kimin açtığını, o evde kimlerin yaşadığını, onların sizi nasıl karşıladığını. O akşamı orada nasıl geçirdiğinizi anlatın.

Yazma kabiliyeti olmalı mı insanın?

Hayır. Dünyanın en ucuz şifa yöntemi. Bir kâğıt bir de kalem lazım o kadar. Hiçbir beceriye ihtiyacın yok.  Gidin kendinize bir defter alın, açın yazmaya başlayın. Ne yazacağınızı bilmiyorsanız, “Ne yazacağımı bilmiyorum” diyerek başlayın.

**

HAKAN AKDOĞAN – YAZAR

Yazmak Hakan Akdoğan’a ne ifade eder?

Yazmanın bana ne ifade ettiğinden önce, ‘Yazmak yazanlara ne ifade etmeli?’ konusunu konuşmak gerek. Öncelikle kendini tanımak, kendini anlamak, kendini anladıktan sonra kendini başkalarına anlatmak başkalarına anlattıktan sonra da senin anlattıklarınla başkalarının kendi içlerine bakmasını sağlamak. Ama kendi ürkütücü, çirkin tarafını görebilmek benim için.

Kişi farkındalık için kendisini tanımak için yazıyor… Bunun için kabiliyet, yetenek gerekli mi? Yoksa her insan yazabilir mi?

Bence her insan yazabilir, ama insanın ne yazdığından çok nasıl yazdığı önemli olduğundan kişinin “nasıl” tarafını geliştirmesi gerekir. Yazı, her birimizin hayatı boyunca bir biçimde haşır neşir olduğu bir uğraş; mektup yazdık, anı yazdık, herkesin ufak tefek şiir denemeleri olmuştur. Bir biçimde herkes yazıyor ama nasıl yazdığın meselesi seni diğer yazanlardan ayırmaya başlıyor. Ve nasıl yazdığın geliştirilebilir bir taraf. Bir sürü anlatım tekniği var. Daha önce büyük büyük insanların kullandığı, çoğunun farkında olmadan kullanıp daha sonra kuramsallaşmış bir sürü anlatı tekniği var. Bunları öğrenmek o nasıl tarafını daha iyi bir noktaya taşıyabilir. Ne yazık ki nasıl tarafını öğretebilen bir eğitim sistemimiz olmadığı için bunu kişilerin kendi çabalarıyla ya da bunları bilen birisinin desteği ile yapması gerekiyor.

Nasıl yazarsam kendimi daha iyi tanıyabilirim?

Bu sorunun cevabı, “Nasıl okursam?”. Kişi derin okuma yapabilirse, metinlerin alt yapılarını fark etmeye başlarsa, üst kurmacanın ne olduğunu algılayabilirse o zaman kendisi de daha derin yazmaya başlayabilir. Nitelikli yazarlar, ister istemez, edebi metinlerin altında belli kuramlar kullanırlar. Sadece edebiyat kuramlarından bahsetmiyorum; psikoloji, felsefe, sosyoloji… Zaten aslında edebiyat diye bir alan yok yer yüzünde, diğer alanlardan aldıklarımı bir formatta bir araya getirip, edebiyatı biz icat ettik. Dolayısı ile bir edebiyatçının edebiyat dışındaki birçok şeyi biliyor olması gerekir. Bunları bilip, bunları bir biçimde metinlerinde alt yapı olarak kullanmış yazarları okuyup onları algılayabilmek, yani onların o ürettikleri dev yapıyı parçalarına ayırıp bütün parçalarını ayrı ayrı görebiliyor olmak onlar gibi yazmanın temel sebebi zaten. İyi yazmak için okumak ilk sırada.

Edebiyatın temeli nedir?

Ben derslerimde ağırlıklı olarak işin psikolojik tarafında duruyorum çünkü bir karakter üretmek aynı zamanda bir psikoloji üretmektir, aynı zamanda bir psiko- analitik süreçtir.  Ama elbette ki sosyoloji, felsefe de, psikoloji ana alanlar gibi duruyor bence. Bir de mitoloji var elimizde. Tabii ki bütün bunlarla birlikte disiplinler arası çok bilgi gerekir. Diğer sanat dalları da edebiyatla bir şekilde iç içe. Kişilere tavsiyem şu: Freud’u Freud’dan öğrenemezsiniz. Jung’u Jung’tan öğrenemezsiniz. Ne kapasitemiz yeter ne de buna gerek var. Onlar kuramsal işler yaptı. Bizim onlardan almamız gereken şey onları başka bir biçimde anlatan kişilerin söyledikleri. Freud’u günümüzde daha iyi algılamış başka bir psikologdan öğrenmek gerektiğini düşünüyorum. Bununla ilgili de birçok kitap var. Daha populize edilmiş kitaplar var, bizim daha kolay algılayabileceğimiz. Sonuçta biz psikolog olmayacağız, biz bunu sadece metinlerimize destek olarak kullanacağız. Benim önerim, bir şekilde bu bilgilere ulaşıp bu üst bilgileri alıp metinlerde derinleştirmek.

Bildiğinde farkında olmadan bildiklerin yazdıklarına dâhil oluyor değil mi? Rüya sembollerini biliyorsan, bir şekilde bu semboller senin karakterinde ortaya çıkıyor…

Bu bilgiyi saflaştırma süreci. O bilgi saflaştıktan sonra siz farkında olmadan zaten kullanıyorsunuz. Bilgileri zaten böyle kullanırız. Bana hep söyleşilerde sorarlar; “Hangi karakter sizsiniz?” Aslında bu soruya verilecek cevap okuru da aydınlatma açısından çok önemli ve sorumluluk taşıyan bir cevap. Ben hep şu cevabı vermeye çalışıyorum: Gogol’un söylediği bir şey var; “Hiçbir karakterim ben değilim, hepsi benim”. Gustave Falubert demiş ki; “Madam Bovary benim”. Bunlar doğru cevaplar. Şöyle doğru cevaplar… Ben kimim? Ben kim olduğumu biliyor muyum? Kendimi tanıyor muyum? Kendimi bu kadar iyi tanıyıp da onu bir karaktere mi aktarmışım? Kritik cevap burada bu. Ben kimim? Ben anılarım mıyım? Ben sadece anılarımsam, sadece anılarımı yazıyorum, demek ki otobiyografik bir eser o. Ben kimim, ben neyim? Anılarım benim yüzde onum, on beşimdir en fazla. Arzularım, geleceğe dair planlarım, izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, birinin bana anlattığı bir şey, bütün bunların toplamıyım ben. Ben bir kurguyum aslında. Ben kendimin kurgusuyum. Ben kendimin kurgusu olduğum için kendimden yola çıkıp yazacağım her şeyde zaten benden bir kurgu olacaktır. Anım sandığım şeyin içinde bir filmden bir parça çıkabiliyor. İyi düşündüğüm zaman hep yakalıyorum ben. O anıda yaşamadığım ama o anıya aitmiş gibi hissettiğim bir müzik parçası olabiliyor mesela. Dolayısı ile ben kendim değilim ki, kendimi sandığım şeyim aslında.

Yazıyla terapi atölyesi de yapıyorsun. Yazı atölyesi ve yazıyla terapi atölyesi arasındaki fark nedir?

Benim derin okuma atölyelerim var, yaratıcı yazı atölyelerim var, bir de bir Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Uzman Psikolog, arkadaşım ve öğrencim Meltem Mazıcı birlikte yürüttüğümüz yazıyla terapi atölyesi var. Derin okumada romanların alt yapılarına ulaşıp, onların içindeki kuramlardan yola çıkarak oluşturulmuş kurgu üzerinden bizim kendi hayatımıza dönüp çıktılar üretmeye çalışıyoruz. Benim en çok önemsediğim şey bu. Derin okumalarda önemli olan şey, yazara o kitabı yazdıran şeyin ne olduğunu keşfetmektir. Ne çıkmış içeriden? Hangi kuram? Weber’in otorite tipleri kuramı mı, Jung’un arketipleri mi? Onları bulup, kurgu üzerinden onları derinleştirerek, daha sonra kişinin kendi hayatında onunla ilgili yaşadığı bir şey var mı, düşündüğü bir şey var mı onlarla eşleştirmeye çalışıyorum. Derin okumayı bile kişinin eser üzerinden kendisi ile yüzleşme işlemine çevirmeye çalışıyorum.

Yazı atölyesinde derin okumada yaptığımız okuma işlemini yazıyla yapıyorum. Yani kişinin bütün edebiyat dışındaki disiplinleri yavaş yavaş öğrenip bu kuramları az önce konuştuğumuz gibi kendi hayatında kendi kurgusunda bir yer bulup o kuramla birleştirip onu yazıya dökmesi. Bunun sonunda elinde bir çıktı, kendi eseri oluyor. İnanılmaz derin bir psiko-analitik bir durum gerçekleşiyor. Kişi aslında kendisinde bir sorun varsa onu yatıştırmış oluyor ya da yaşanması muhtemel bir soruna karşı kendisini aşılamış oluyor.

Yazıyla terapide ise kişiler bilerek ve isteyerek kendi içlerini ortaya çıkarmak için geliyorlar. En azından bir derste kendilerine ait bir travmanın yazıyla ortaya çıkmasına izin vererek geliyorlar. Ve hatta bir sözleşme imzalayarak bunun sorumluluğunu da alıyorlar. Orada yazı üzerinden kendisi ile bir yüzleşme yaşıyorlar. Biz bunu yaparken bunun yanında bunu bir kurguya dönüştürüp kişinin kendi dışına bir kurgu ile çıkartmasını sağlayıp aynı zamanda elinde kendi dışında üretilmiş ama kendi sorununu taşıyan bir kurgu karakter olmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Yazıyla terapi çalışmasını özellikle bir psikolog ile birlikte yapmanın bir sebebi var mı?

Bu konuda eğitim almış birinin mutlaka orada olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu dışa çıkma sürecinde kişilerde hangi travmanın ortaya çıkacağı ve kişiyi nasıl etkileyeceği belli olmaz. O neden o alanda ehliyetli birisini olması benim için önemli. İnsanlar başka birisinin ürettiği öyküyü dinlerken farkında olmadan kendilerinde de o kurgu karakterler üzerinde bir yatışma sağlıyorlar.

Corona zamanları… Alışı olmadığımız bir süreç içine bir anda girdik. Evlere kapanıldı. İlk günlerde dedim ki kendime “Evde yazarım, romanımı bitiririm” ama tek kelime yazamadım. Bu gibi süreçlerde okumak ve yazmak zorlaşıyor. Bu konuda önerin nedir?

Ben aslında derslerde arkadaşlarıma hep şunu söylerdim; “Kendinize ne kadar çok yazmak için zaman ayırırsanız, tatile gideceğim 15 gün kapatıp kendimi yazacağım dediğinizde hiçbir şey yazamayabilirsiniz.” Corona zamanlarında da geniş bir zaman var ama hiç kimse bir şey yapamadığını söylüyor. Çünkü bizler özgürlüğümüzü elimizde tutarken kendimizi kısıtladığımızda daha yaratıcı olabiliyoruz. Yaratıcılık biraz kendini kısıtlamaktan geçiyor. Şimdi kısıtlanmış durumdayken, dışarıda her an kavuşabileceğimiz bir özgürlük yokken kafamızı toplayamıyoruz. Bence bunun tek açıklaması bu.

Yazı ile iyileşme amacıyla bir egzersiz örneği vermeni rica etsem?

Bu kapalı dünyada kendinize bir baloncuk üretip o baloncuğun içinde özgür olmak zorundasınız. O baloncuğu kimsenin patlatmasına izin vermeden onun içinde inşa ettiğiniz kurgu dünyasında özgürlüğü yakalamalıyız diye düşünüyorum.

Öncelikle sevdikleri kitapları okuyarak ve kurgu dünyasına dâhil olarak işe başlayabilirler. Okuma üzerinden yazmaya geçmek gerekir. Bu yöntem bilinçaltını bilincin baskısından kurtaracaktır.

Ve şiir… Bir diğer önerim de şiir.

Günlük tutmak yazıyla terapinin aşamalarından biri midir?

Yazmak her zaman psiko-analitik bir süreçtir. Günlük tutmak… Günlük neden yazılır? Başkası okumasın diye… Ama biz günlüğü yazarken hep bir başkasının okuması ihtimaline göre yazarız. Günlük tutmakta bir plan vardır aslında. Bir gün biri okursa çok etkilensin diye yazmak ya da bir gün biri okursa diye sansür uygulayarak yazmak… Planlı süreçler işe yaramaz. Plansız bir süreç olmalı. Bilinç akışı gibi bir süreç olmalı. Dışa akma sürecine izin verilmeli. Kişi yazdıklarına dışarıdan baktığında şunu fark edebiliyor; “Bu aslında hiç de büyüttüğüm gibi bir şey değilmiş” diyebiliyor. İçeride çok büyütüyoruz. Dışarı akıttığımızda görüyoruz ki biz kendimiz de kurguya eklemeler yapıyoruz, onu manipüle ediyoruz. Bence iyi edebiyat aynı zamanda iyi bir psikanalizdir.

Yazmak yalnızlaştırır mı? Yalnızlaşmak insana iyi gelir mi?

Yazan kişi yalnızlaşır ama yalnızlaşan her kişi yazamaz. Eğer yalnızlaşmak bilinçli bir tercihse tamam ama yalnızlaşmak toplum tarafından ötekileştirilmekle ilgili bir durumsa sıkıntı var demektir. İşin başka boyutları var demektir. Ama kişi bilinçli olarak yazmak için, yazmaya çekildiği için yalnızlaşıyorsa bu süreç sürekli birbirini tetikler. Ama ben şu düşünceye karşıyım. Yazarlarımız bohem bir şekilde yazmak için yalnız kalmak gerektiğine dair vurgulara yapıyor, nihilist tavırlar içine giriyorlar. Bu örnekler bizim dünyada bildiğimiz yazarların yüzde beş ya da onunu ancak kapsıyor. Ernest Hemingway baya dışarıda hayatını sürdüren bir adamdı örneğin. Ama biz hep Kafka’yı örnek alırız… Ama tam da hayatın göbeğinde, toplumla iç içe yaşamış yazar var ki. Önemli olan yalnızlığı dışta değil içte yaşamak. Yazma sürecinde o yalnızlık baloncuğunun içine girebilmek çok önemli. Bu kişiler tabii ki ister istemez dış dünyaya karşı biraz daha temkinli olabiliyorlar. Biraz daha tedirgin olabiliyorlar ama bir yalnızlaşma koşulunun ben kesinlikle olduğuna inanmıyorum yazmak için.

İnsanlar kendilerini kötü hissettiklerinde yazıyor, neşeli olduklarında yazmıyorlar. Neşeyi ve coşkuyu neden paylaşmıyoruz?

Ben tam tersini düşünüyorum. Ben kendimi kötü hissederken yazmam, yazamam. Aklımda çünkü hep o sıkıntı olur. Moral durumum çok daha iyi olduğunda çok depresif yazılar yazabilirim ama…

Belki de kendi kendini bu şekilde dengeliyorsun?

Aslında ben şöyle çalışıyorum. Bir roman kurgusu oluyor kafamın içinde. Bu kurguda bir sürü sahneler oluyor. O sahnelerin de her birinin bir duygu durumu var. Yazı masasın başına oturdunuz, bir roman yazacaksınız, nereden başlayacağınızı artık tasarlamışsınız, elinizde sahneler var ama o gün çok neşelisiniz. Ya da o gün kendinizi çok kötü hissediyorsunuz. O gün karnınız ağrıyor… Bütün bu duygu durumları o sahnelerde tanımlı aslında. Biri birisine mutlaka denk düşüyor. O gün o sahneyi yazabilirsiniz. Aslında her şey hissettiğinde yazabilirsin çünkü yazıda her türlü his vardır.